21 Ağustos 2007 Salı
AĞRILI CİNSEL İLİŞKİ (Disparoni)
Cinsel ilişki sırasında ya da sonrasında acı duyulması disparoni olarak adlandırılır. Erkekleri de etkileyebilmekle birlikte genellikle kadınlarda görülür. Disparonisi olan kadınlar sıklıkla vajina, klitoris ve labialarda (iç ve dış dudaklar) ağrı duyabilirler. Disparoni nedenleri çok olmakla beraber hemen hepsi tedavi edilebilir niteliktedir. Yaygın sebepler şunlardır ;
Lubrikantların yokluğuna bağlı olarak gelişen vajinal kuruluk
Atrofik vajinit (sıklıkla menopoz sonrası kadınlarda görülen vajinal mukozanın incelmesi durumu)
Bazı ilaçların yan etkileri (örneğin antihistaminikler ya da tamoksifen )
Sentetik iç çamaşırları, spermisitler (gebeliği önleyici maddeler) ve vajinal yıkama materyallerine karşı oluşan alerjik durumlar
Endometriozis: uterusun en iç tabakası olan endometriumun normal yeri dışında pelvis içinde, farklı yerlerde de bulunması ve büyümesi nedeniyle, başta kısırlık olmak üzere pelvik ağrı ve disparoni ile seyredebilen hastalık
Vulvo - vajinal vestibülit
Vajinal bölgeyi etkileyen cilt hastalıkları
Üriner sistem hastalıkları,vajinal mantar hastalıkları,cinsel yolla geçen hastalıklar
Psikolojik travma (özellikle çocukluk yaşlarında olmakla birlikte ergenlikte de yaşanmış olan cinsel taciz veya benzeri ruhsal travmatik olaylar)
Belirtiler...
Disparonisi olan kadınlar vajina girişinde yüzeysel bir acı duymakla birlikte, penisin daha ileri girişlerinde daha derin acı duyabilirler. Bazı kadınlar genellikle bu acının verdiği korku ile ilişki sırasında, vajinal kasların, penisin içeri girmesine engel olacak kadar sıkı şekilde kasılmasıyla seyreden ve vajinismus denen klinik tabloya maruz kalabilirler.
Teşhis...
Disparoninin teşhisi tipik olarak sizdeki belirtilere bağlıdır. Tıbbi ve seksüel hikayenizle birlikte jinekolojik muayenenin de yardımıyla doktorunuz bu şikayetlerinizin nedenini bulmaya çalışacaktır.
Acının, genital organlara dokunmakla mı yoksa erken ya da derin penetrasyonla (girişle) mı oluştuğunu ayırt etmek, nedeni bulmak için önemli bir anahtardır. Doktorunuz acının yeri, süresi ve ilişki sonrasında ne kadar sürdüğünü de soracaktır. Ayrıca şu sorular da doktorunuz tarafından sorulabilir ;
Daha önceleri, seksüel hayatınızda hiç ağrılı bir cinsel ilişki deneyiminiz oldu mu ? veya en başından beri tüm cinsel ilişki deneyimleriniz ağrılı mı idi ?
Hiç uygun bir kayganlaştırıcı kullandınız mı ve eğer kullandıysanız ağrıda azalma oldu mu ?
Seksüel hayatınızla ilgili bilgiler (özellikle cinsel yolla geçen hastalıklar konusunda riskli deneyimleriniz oldu mu ?)
Daha önce hiç cinsel tacize uğradınız mı ? ya da bir şekilde cinsel organlarınız travmaya maruz kaldı mı ?
Eğer orta yaşlarda iseniz ve düzensiz adet sikluslarınız(dönemleriniz), sıcak basmaları veya vajinal kuruluk şikayetleriniz de varsa muhtemelen atrofik vajinit hastalığı olabilir (menopoz sırasında östrojen hormonunun azalmasına bağlı olarak vajinal mukozanın incelmesi).
Eğer yeni anne olmuşsanız ve bebeğinizi emziriyorsanız, emzirme olayı da vajinal kuruluk ve buna bağlı olarak disparoniye neden olabilir.
Bu fizik muayene sırasında doktorunuz vajinanızı kuruluk, yangı ve özellikle mantar ve herpes başta olmak üzere enfeksiyonlar, genital siğiller ve varsa yara izleri açısından değerlendirecektir. Ayrıca doktorunuz endometriozise ait olabilecek pelvik bir kitle ya da hassasiyet olup olmadığını anlamak için bimanuel (iki elle) muayene ile iç genital (üreme organlarıyla ilgili) organları da değerlendirecektir. Ve eğer gerek görürse bu şikayetlerinizin artmasına neden olabilecek, cinsel taciz, travma ya da anksiyete gibi konular için başka bir uzmanla konsültasyona gidebilir.
Ne kadar beklenmeli...?
Şikayetlerinizin süresi tamamen altta yatan nedene bağlıdır. Eğer uygun olmayan bir lubrikant kullanımı nedeniyle oluşan bir vajinal kuruluk sözkonusu ise daha uygun birini kullanmakla belirtiler hızla gerileyecektir. Eğer vajinal kuruluğun nedeni atrofik vajinit ise bir ya da iki haftalık lokal-vajinal bir östrojenli krem kullanımı ile düzelecektir. Eğer bir üriner enfeksiyon ya da vajinal mantar hastalığı mevcutsa, bir haftalık bir antibiyotik tedavisi ile enfeksiyonla birlikte disparoni de yok olacaktır. Eğer cinsel yolla geçen bir hastalığa maruz kalmış olmanız nedeniyle disparoni varsa bunun tedavisi de antibiyotik ile olacak ama muhtemelen biraz daha uzun sürecektir. Disparoninin nedeni liken planus veya liken skleroz gibi bir cilt hastalığı ise steroidli kremlerle tedavi uygulanacaktır ancak bu da uzun bir süre alabilir. Eğer disparoni aylar hatta yıllar gibi uzun bir süreden beri varsa muhtemelen olaya psikolojik faktörler de eklenmiştir ve bu durumda belirtiler daha da artmadan uzun süreli bir terapiye ihtiyacınız olabilir.
Korunma...
Cinsel taciz ya da travma gibi bazı disparoni nedenleri elde olmasa da diğer disparoni nedenlerinden önlemler almak yoluyla korunmak mümkündür;
Sıkı giysiler giymeyerek, pamuklu iç çamaşırı kullanarak, hijyenik faktörlere daha dikkat ederek (sık iç çamaşırı değişmek ve genital bölgeyi mümkün olduğunca terden ve nemden uzak tutmak gibi) ve yüzme sonrasında ıslak mayonuzu değiştirerek vajinal mantardan büyük oranda korunabilirsiniz
Üriner enfeksiyonlardan korunmak için ve cinsel ilişki sonrasında mümkünse işeyiniz ve tuvalet sonrası cinsel organınızı önden arkaya doğru siliniz.
Cinsel yolla geçebilen hastalıklardan sakınmak için öncelikle tek eşliliği tercih ediniz veya mutlaka prezervatif kullanınız.
Vajinal kuruluk varsa uygun bir lubrikant kullanınız ve eğer kuruluk atrofik vajinit gibi bir duruma bağlıysa tedavisi yoluna gidiniz.
Eğer endometriozis varsa ilişki sırasında derin penetrasyondan (girişlerden) kaçınınız ya da nispeten daha az ağrılı olan adet sonrası ilk ya da ikinci haftalarda cinsel ilişkiye giriniz.
Tedavi...
Tedavi, disparoni yapan nedene bağlıdır ;
Rahat ve sorunsuz bir cinsel ilişki için klitoral uyarının yeterince fazla olmasına dikkat edin ve uygun bir lubrikant kullanın
Vajinal mantar enfeksiyonları için antifungal(mantara karşı) ilaçlar kullanın
Üriner sistem hastalıkları ve cinsel yolla geçen hastalıklar için uygun antibiyotik kullanın
Ağrılı yangılardan kurtulmak için uygun oturma banyoları tatbik edin
Vajinal bölgedeki cilt hastalıklarının tedavisi hastalığa göre çeşitlilik gösterir (örneğin likenlerde steroidli pomat kullanılır)
Ne zaman doktora başvurmalısınız..?
İlk birkaç cinsel ilişki deneyimi bazen pek de rahat olamamakla birlikte asla acı verici olmamalıdır. Eğer ilişki sırasında ya da sonrasında ani bir ağrı olmuşsa mutlaka doktorunuza görünün. Cinsel ilişkide duyduğunuz ilk ağrı sonrasında hemen doktora başvurmanız, cinsel ilişkinin ağrılı bir iş olduğu şeklindeki yanlış bir fikrin, saplantı olarak bilinç altında yer etmesine izin vermemek açısından önem taşımaktadır.
Takip...
Disparoninin nedenlerinden bir çoğu ilaçlarla tedavi edilebilecek olan fiziksel durumlardır. Buna rağmen, uzun süredir disparonisi olanlar ya da cinsel taciz veya travma nedeniyle disparoni hatta vajinismus gelişmiş olan kadınlar daha uzun ve ayrıntılı takip ve tedaviye gereksinim duyabilirler.
Kalın bağırsak Kanseri (Kolon Rektum Kanseri)
Henüz kanser gelişmeden bu polipler tarama testlerinde saptanarak POLİPEKTOMİ ( Kolonoskop ile polipin barsaktan alınması) ile çıkarılırsa ilerde oluşabilecek veya henüz çok küçük seviyede oluşmuş bir kanser barsaktan uzaklaştırılmış olacaktır.
KİMLER RİSK ALTINDADIR ?
Genelde olguların büyük çoğunluğu 45-50 yaş üzerindeki kişilerde görülmektedir.Bu Nedenle;
45-50 yaş üzerindeki kişiler
Anne, baba, kardeş gibi yakın aile bireylerinde kolorektal kanseri veya polipleri olanlar,
Uterus ( rahim ), over ( yumurtalık ) veya meme kanseri olan kadınlar,
Ülseratif Kolit veya Crohn gibi hastalıkları olanlar.
RİSKİ AZALTMAK İÇİN NELER YAPILMALIDIR ?
Risk altındaki kişiler, bu riski azaltmak için hastalık belirtileri ortaya çıkmadan yapılması gereken TARAMA (Screening ) testlerini yaptırmalıdırlar. Diyetlerini bol lifli - sebzeli, meyvalı, az yağlı ve az kırmızı etli bir şekile dönüştürmelidirler. Alkol ve sigara alışkanlığı varsa iyice azaltmalı, hatta bırakmalıdırlar. Hergün 20 - 30 dakika hafif egzersiz yapmalıdırlar.
TARAMA TESTLERİ NELERDİR ?
Kolo - Rektal kanserlerin klinik belirtileri ortaya çıkmadan yukarıda belirtilen RİSK altındaki kişilere yapılan testlerdir.Bu kanserlerin oluşmasında esas neden % 95 oranında poliplerdir. Bu polipler zaman içerisinde kansere dönüşebilmektedir. O nedenle tarama tetkiklerinde amaç bu polipleri henüz kansere dönüşmeden, eğer dönüşmüş ise çok erken devrede henüz klinik belirti vermeden teşhis etmek ve POLİPEKTOMİ ile ( kolonoskop yardımı ile polipin barsaktan uzaklaştırılması) çıkarılmalarını sağlamaktır. Bu takdirde bu hastalar % 90 nın üzerinde ki bir oranda tam şifaya kavuşmaktadırlar. Tarama testleri şunlardır :
45 yaş üzerinde yılda bir kez rektal tuşe muayenesi,
50 yaş üzerinde yılda bir kez gaitada gizli kan aranması,
50 yaş üzerinde 3 - 5 yılda bir defa KOLONOSKOPİ veya Sigmoidoskopi,
50 yaş üzerinde 5 yılda bir defa Kolon grafisi,
Ailesinde kolorektal kanseri olanlar 45 yaşdan sonra 2 - 3 yılda bir defa kolonoskopik tetkik,
Ülseratif Koliti olanlar yılda bir defa kolonoskopi ve biyopsi yaptırmalıdırlar.
KOLO - REKTAL KANSERLERDE KLİNİK BELİRTİLER NELERDİR ?
Genelde kadın ve erkekte eşit oranda görülen Kalın barsak - Rektum kanserleri sinsi seyreder. Hastalık aşağıdaki belirtilerle ortaya çıkar.
Rektumdan kan gelmesi ( rektal kanama ), gaitanın kanla bulaşık olması,
Tuvalete çıkma alışkanlığında değişiklik
Gaitanın eskiye oranla incelmesi,
Kabızlık – İshal durumlarının ortaya çıkması,
Sık sık tuvalete çıkma isteği, buna rağmen tam boşalamama hissi,
Karında gaz ağrıları,
Kansızlık (anemi),
İzah edilemeyen zayıflama
Bu belirtilerin herhangi birinin 1 - 2 hafta devam etmesi veya aralıklarla tek rarlaması durumunda mutlaka hekime başvurulmalıdır.
TEŞHİS NASIL KONUR ?
Kolo - Rektal kanserlerde kesin teşhis barsak içerisindeki tümörden endoskopik yöntemlerden ( Rektoskopi, Fleksibl Sigmoidoskopi, KOLONOSKOPİ ) biriyle yapılacak tetkik ve alınacak parçanın patolog tarafından mikroskopik tanısı ile konur.
TEDAVİ NASIL YAPILIR?
Kolo-Rektal kanserlerin esas tedavisi tümörlü kısmın ameliyatla çıkarılması ve barsak pasajının sağlanması için çıkarılan kısmın alt ve üst uclarının tekrar karşılıklı ağızlaştırılmalarıdır.Kolonlar uzun olduğu için bu işlem kolaylıkla uygulanabilir. Ancak REKTUM kanserlerinin tedavisinde bu durum biraz farklıdır. Rektum kısa bir organ (15 cm) olması nedeni ile özellikle anüse yakın yerleşim gösteren tümörlerde ( anüs girişinden 5-6 cm yukarıda) , hastalıklı kısımın çıkarılmasını temin için anüsün tamamen çıkarılıp,iptal edilerek kolon, karın duvarına ağızlaştırılır ( KOLOSTOMİ ).
Daha önceleri çok daha sıklıkla uygulanan bu yöntem, günümüzde gerek teknolojik gelişmeler ( Stappler aleti vs.) ve gerekse bu konuda eğitilmiş ve deneyim kazanmış özellikle Kolo - Rektal cerrahi ile uğraşan cerrahlar tarafından yapılan ameliyatlarda çok az sayıda hastaya uygulanmaktadır.Bazen kolostomi rektumda yapılan ameliyatın iyileşmesini sağlamak için geçici olarak ( birkaç ay ) yapılabilir. Daha sonra bu kolostomi kapatılır. Ameliyata ek olarak, rektum tümörlerinde bazen ameliyattan önce, bazen ameliyattan sonra gerek olursa RADYOTERAPİ de yapılabilir . Kolon tümörlerinde radyoterapinin yeri yoktur. Her iki organın tümörlerinde ameliyattan sonra duruma göre KEMOTERAPİ yapılabilir.
Anüs kanserlerinde genellikle radyoterapi tercih edilmektedir. Bazı durumlarda Cerrahi tedavide yapılabilir.
AMELİYAT SONRASI BU HASTALAR NASIL İZLENMELİ ?
Kolo - Rektal Kanserlerde ameliyat sonrası nüks etme şansı hastalığın evresine göre değişir. Nüksler genellikle ilk 2 yıl içerisinde ortaya çıkarlar. Bu nedenle bu hastaların ameliyat sonrası ilk 2 yıl içerisinde çok sıkı izlenmeleri gerekir. Eğer nüks saptanacak olursa yeni yapılacak girişimlerle hastanın yaşam şansı artırılır. Ayrıca bu hastalarda geriye bırakılan kolon kısmında yeni tümör oluşma şansı azda olsa vardır. Bunların çok küçükken saptanması ve çıkarılması hastaya tam şifa sağlayacaktır.Bu izlemelerde hastalara 3-6 aylık aralıklarla kan testleri tümör belirleyicileri ( CEA ), US, Tomografi; Akciğer grafisi, Kolonoskopi gibi tetkikler dönüşümlü olarak yapılır. 2 yıldan sonra senelik kontroller ile hasta 5 yıl izlenmelidir.
Seks için 237 neden
'İnsanlar neden seks yapar' sorusuna cevap arayan ABD'li psikologlar yaklaşık 2 bin kişiyle görüşüp, her biri diğerinden ilgi çekici 237 ayrı 'neden'e ulaştı.
237 ayrı gerekçe
Antik zaman düşünürleri, seks pozisyonları üzerine kafa yormuştu. Günümüz araştırmacılarıysa 'İnsanlar neden seks yapar' sorusunun peşine düştü. Yaklaşık 2 bin kişiyle konuşarak insanların seks motivasyonlarını sorgulayan Teksas Üniversitesi psikologları, 237 ayrı 'neden'e ulaştı.
Yanıtlara göre insanları seks yapmaya motive eden nedenler arasında 'sarhoş olmak' da var, 'kendini Tanrı'ya yakın hissetme arzusu' da. Listenin 173. maddesi, baş ağrısının sekse 'Hayır' demek için bir bahane değil, ondan kurtulmak isteyenleri partneriyle sekse yönlendiren bir etkiye sahip olduğunu gösteriyor.
'Kalori yakmamı sağlıyor'
'Uykuya dalmamı kolaylaştırıyor', 'Partnerimin güçlü hissetmesini sağlıyor', 'Kalori yaktırıyor', 'Bir iyiliğin karşılığı', 'Sıcak tutuyor', 'Düşmanımın canını yakmak', 'Sohbet konusunu değiştirmek' yanıtlarının yanında 'İyi bir egzersiz' en zayıfı gibi görünüyor; ama bir de şu var: 'Benimle boy ölçüşmeye kalktı!'
'Bir görev' gibi hissedenler
Önce 400 kişiden seks nedenlerini öğrenen uzmanlar, daha sonra 1500 kişiye bu nedenlerin önem derecesini sordu. 237 nedenden her birinin en azından birkaç insan için en önemli neden olduğu ortaya çıktı. Hem erkeklerin hem de kadınların en sık ifade ettiği ortak nedense, 'O insandan etkilenmiştim'di.
Araştırmayı yürüten uzmanlar sonuçları 'fiziksel', 'bir amaca yönelik', 'duygusal' ve 'güvensizlik' şeklinde dört ana başlıkta topladı. Örneğin 'Güzel mavi gözleri vardı', 'Çekici bir vücudu vardı' gibi cevaplar fiziksel özellikleri motive edici bulanlara aitken, 'Rakibimin ilişkisini sona erdirmek istedim', 'Beni aldatan partnerimle skoru eşitlemek istedim' gibi cevaplar amaca yönelik seks yapanlara, 'Daha derin bir düzeyde iletişim kurmak istedim' tarzı açıklamalar duygusallara, 'Bu bir görevmiş hissettim' ve 'Kendime güvenimi artırmak istedim' gibi cevaplarsa güvensizlere ait.
10 Ağustos 2007 Cuma
Kanser Ağrısı: Tedavi Prensipleri
Kanser Ağrısı Kontrolünde Strateji
Kanserde ağrı tedavisinin amacı, hasta açısından yeterli bir analjezi sağlayıp; hastanın olabildiğince aktif ve kaliteli yaşam sürmesine katkıda bulunmaktadır. Kanser hastasına yaklaşım çok önemlidir. Öncelikle hekimler ve hasta yakınları bir takım olarak işbirliği içinde hastaya yaklaşmalıdırlar. Hastaya karşı anlayışlı olunmalı yalnız bırakılmamalıdır. Gereğinde profesyonel psikolojik destek sağlanmalıdır. Hastanın onkolojik açıdan değerlendirilmesi yapılmalı, hastalığa yönelik gerekli tedavileri uygulanırken ağrı kontrolü de sağlanmalıdır. Kanser ağrısının doğru ve yerinde değerlendirilmesi hasta için hayati ilk basamaktır. Kansere bağlı özgün ağrı sendromlarını tanımak, bunların altında yatan mekanizmaları anlamak her zaman yeterli olmamaktadır. Değerlendirmede fiziksel problemi anlamakla kalmayıp, psikolojik, sosyal ve duygusal bileşenleri de anlamak gerekmektedir.
Kanser ağrısında uygulanan tedavi stratejisi Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO) tarafından ayrıntılı olarak belirlenmiştir. Analjezik ilaç uygulamasında “merdiven sistemi„ adı verilen bu stratejiye göre basit analjeziklerle başlayarak daha karmaşık yöntemlere geçilmektedir.
Bu sistem hastadan hastaya ve ağrının yerine göre farklılık göstermekle birlikte bütün hastalarda uygulanabilir. Hastaya uygulanacak yöntemlerin amaçları:
1. Ağrısız uyku süresini uzatmak.
2. İstirahat halinde ağrı hissetirmemek.
3. Ayakta veya hareket halinde iken hastanın ağrı duymamasını sağlamak olarak özetlenebilir.
İlk yaklaşım, kemoterapi, radyoterapi, cerrahi gibi kanser tedavi yöntemlerinin uygulanmasıdır. Ancak bu arada ağrı kontrolüne yönelik ilaç uygulamasında ve diğer semptomatik tedavinin başlamasında bir sakınca yoktur. Hatta ağrı kontrol yöntemlerinin uygulanması sözü edilen tedavi yöntemleri için uygun bir ortam hazırlamaktadır.
Kanser Ağrısı ve analjezik ilaç kullanımı
İdeal bir analjezikte bulunması gereken özellikler;
· Oral yoldan kullanıldığında etkili olabilmesi
· Yeterli analjezik etkiye sahip olması
· Tolerans ve addiksiyon yapmaması
· Yüksek merkezlerde spesifik etki göstermesi ve
· Antidotunun bulunması olarak özetlenebilir. Ancak günümüzde kullanılan analjeziklerin hiçbiri bu ideal özelliklere sahip değildir. Bu nedenle doğru analjezik seçiminde; İlacın farmakolojik özellikleri, ağrının şiddeti ve hastanın psikososyal özellikleri göz önünde bulundurulmalıdır. Analjeziklerin doğru seçiminin yanı sıra kullanımı ile ilgili ilkeler de bilinmeli ve bu ajanlar doğru kullanılmalıdır.
Analjezik kullanım ilkeleri:
Analjezik kullanımının temel kuralları şu maddeleri içerir:
· Analjezik dozu her hasta için ayrı düzenlenir.
· Düzenli aralıklarla ve ağrı başlamadan verilir.
· Öncelikle oral yoldan verilmeleri tercih edilir.
· Merdiven sistemine uyularak değiştirilmelidir.
Bu ilkeleri biraz daha detaylı açıklayalım;
Analjezik dozu hastaya göre ayarlanır:
Analjeziklerin etki dozu hastadan hastaya farklılık gösterir. Ayrıca ağrının niteliği ve şiddeti verilen analjeziğin etkinliğini önemli ölçüde etkiler. Bu nedenle analjezik dozu her hasta için ayrı ayrı belirlenmelidir. Analjezik dozu ayarlanırken dikkat edilmesi gereken diğer önemli bir nokta da ne gerektiğinden az ne de fazla ilaç vermektir. İlaç gerektiğinden az dozda verilirse analjezik etki yetersiz; fazla verildiğinde ise toksik doza çıkılmış olur. Bu nedenle etkin dozun saptanması gereklidir. Özellikle opioid ilaçlar yüksek dozda verildiğinde ağır sedasyon ortaya çıkmaktadır. Uygun doz, yeterli analjezi sağlayan fakat sedasyon meydana getirmeyen dozdur.
.Analjezikler belirli zaman aralıkları ile verilmelidir.
Analjezikler diğer ilaçlar gibi kanda belirli yarılanma süresine sahiptirler. Bu nedenle etki süreleri belirlidir. Birçok hekim tarafından analjezikler yemek saatlerine göre verilmektedir. Sabah kahvaltısı ile öğle yemeği arası ortalama 4-5 saattir. Öğle yemeği ve akşam yemeği arası 8 saat civarındadır. Sabaha kadar geçen süre ise 12 saati bulmaktadır. Böylece analjeziklerin yemek saatlerine göre verilmesinin ne denli yanlış olduğunu göstermektedir. Analjezikler belirli zaman aralıkları ile verildiğinde çoğu kez yeterli analjezi elde edilebilmektedir.
Analjezikler ağrı başlamadan verilmelidir.
Yukarıda belirtildiği gibi analjezikler belirli yarılanma süresine sahip ilaçlardır. Çoğu kez analjezikler ağrı yeniden başlayıp dayanılmaz hale geldiğinde verilmektedir. Bu da analjezik tedaviye her seferinde yeniden, sıfır noktasından başlanılması anlamına gelmektedir. Antihipertansif ya da antidiabetik tedavide ancak süreli ilaç kullanımıyla belirli bir regülasyon sağlanmaktadr. Aynı durum analjezikler için de geçerli olup analjezikler ağrı başlamadan önce verilmelidir. Analjeziklerin uygulama yolunun özellikleri de önemlidir. Örneğin oral kullanım tercih edilmişse, oral yoldan verilen bir anajeziğin absorbe edilip etkin hale gelebilmesi bir saate yakın bir süre alır. Bu nedenle analjeziğin etki süresi saptandıktan sonra yeniden verilirken bu sürenin hesaba katılması gerekir. Örneğin, bir analjezik 9 saat etkili ise her sekiz saatte bir verilmesi gerekir.
Analjezik kullanımında önce oral yol tercih edilmelidir.
Diğer yollar ancak oral yol etkili olmadığı ya da etkisini yitirdiği takdirde seçilmelidir. Ancak oral yol tercih edilirken analjezik ilaçların yan etkileri ve özellikle sedasyon dikkate alınmalıdır. sAnaljezik kullanım ilkeleri tüm kronik ağrı sendromları için geçerli olmakla birlikte, özellikle kanser ağrılarında kullanımında bu ilkeler çok daha büyük öneme sahiptirler.
Kanser ağrılarının tedavisinde kullanılan ilaç ve yöntemlerle ağrı ile başa çıkmada büyük ölçüde başarı beklenirse de, özellikle opioid tipi, diğer deyişle morfin ve benzeri analjeziklerin bağımlılık yapıcı özelliklerinden kaynaklanan korku nedeniyle yeteri kadar yararlanılamamaktadır. Kanser ağrısında uygulanan tedavi stratejisi Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO) tarafından ayrıntılı olarak belirlenmiştir. Merdiven sistemi adı verilen bu stratejiye göre basit analjeziklerle başlayarak daha karmaşık yöntemlere geçilmektedir (Şekil1).
Bu sistem hastadan hastaya ve ağrının yerine göre farklılık göstermekle birlikte bütün hastalarda uygulanabilir. İlk basamakta aspirin, parasetamol ve diğer nonsteroidler gibi nonopioid ajanlar yeterli olacaktır. Ağrı şiddetlendiğinde bu ilaçlar yetersiz hale gelir. O zaman bu ajanlara ek olarak kodein, tramadol gibi zayıf opioidlerin verilmesi gereklidir. NSAİİ ların, özellikle prostaglandin sentezini arttırıcı kemik metastazlarında etkili olduğu, ileri sürelmektedir.
İkinci basamak ilaçlarının verilmesine rağmen ağrısı süren veya şiddetlenen hastalarda güçlü opioidlerden morfin ve benzeri opioidlere geçilmesi gereklidir. Opioid ve
nonopioid ilaçların yanısıra çeşitli adjuvanların da kullanılmasında yarar vardır. Sekonder analjezik adı verilen bu ajanların başında trisiklik antidepresanlar gelmektedir. Ayrıca kortikosteroidlerin, antikonvülsanların, oral lokal anesteziklerin (meksilitin), kalsitoninin özellikle kanserli hastalarda adjuvan olarak kullanılmasında yarar vardır.
Analjezik verilirken hastanın ağrısını kontrol altına almak esastır. Ancak ağrıyı kontrol ederken hastanın aktivetisinin de gözönüne alınması gerekir. Özellikle oral opioidler kullanılırken bu ilkenin akıldan çıkarılmaması gerekir. Sıklıkla yapılan bir yanlış, ağrıyı kontrol altına alma amacı ile oral opioidlerin çok yüksek dozda kullanılması ve bunun sonucu hastanın ağrısını kontrol ederken hastanın aktivitesini tümüyle yitirmesidir. Analjeziklerin bu şekilde kullanımı yanlıştır. Analjezik verilirken hastanın fizyolojik düzeninin korunması gerekir. Yani hasta gece uyumalı, gündüz uyanık kalmalıdır.
Ağrının nedeni ve mekanizması kullanılacak ilaçların belirlenmesinde önemli rol oynar. Yukarıda da belirtildiği gibi kemik metastazlarında prostaglandin sentezi inhibitörü nonsteroid antiinflamatuarlar etkili olurlar. Buna karşın bir sinir ya da medulla spinalis hasarı sonucu ortaya çıkan yanma tarzındaki deaferentasyon ağrılarında analjezikler etkili olmamaktadır. Bu tip ağrılarda trisiklik antidepresan ve flufenazin kombinasyonları daha etkili olmaktadır. Sinir basısına bağlı ağrılarda kortikosteroidler de yararlıdır.
Analjezik ilaç kullanımında dikkat edilecek bir diğer önemli nokta ise hastanın yaşıdır. Yaşlı hastalarda ve çocuklarda bu konuda özel dikkat edilecek nıoktalar ve doz ayarlamaları göz önünde bulundurulmalıdır.
Analjezikler yukarıdaki ilkeler gözönüne alınarak kullanıldığında çoğu kez etkili olmaktadır. WHO’nun analjezik basamak uygulamasının başarılı olamadığı %3 ile % 10 hastanın ağrı kontrolü için yeni basamak önerileri bulunmaktadır. Bu basamaklar spinal opioid uygulamaları ve sinir blokları başta olmak üzere girişimsel ağrı kontrolü yöntemlerini içerir. Sonuç olarak; analjezikler kullanılmadan önce ağrılar, titizlikle irdelenmeli, ve değerlendirilmeli, tedavi stratejisi belirlenmeli, uygun analjezik ve yardımcı ilaçlar seçilerek tedavi düzenlenmelidir. En önemlisi de hastanın ve tedaviye yanıtının yakın takibi yapılmalıdır. Analjezikleri kullanırken bu ajanların tüm farmakolojik etkilerinin, yan etkilerinin iyi bilinmesi gereklidir.
Spinal opioid uygulamaları
Spinal opioid uygulamasında dikkat edilecek en önemli nokta hasta seçimi kriterlerine uygunluktur. Daha önce uygulanan tıbbi tedaviye ve daha az invazif uygulamalara yanıtsız olan hastalar, oral opioid kullanımı yetersiz olanlar veya kullanılan yüksek doz ilaç nedeniyle oluşan yan etkileri tolere edemeyen hastalar spinal opioid uygulaması için aday olabilir. Ancak bu hastaların psikiyatrik değerlendirmeleri yapılmış olmalıdır. Buna göre hastalar, ilaç veya alkol bağımlısı olmamalı ve hastaların aktif psikoz, ciddi depresyon, somatizasyon gibi major psikiyatrik bir rahatsızlığı bulunmamalıdır. Bu kriterlere uygun olan hastalarda geçici olarak sistemik veya spinal opioid uygulanır. Spinal opioid uygulaması nöropatik ağrılarda etkili olmayabilir. Kalıcı sistem öncesi, geçici kateterizasyon ile spinal opioid uygulanması böyle bir durumda yöntemin etkili olup olmayacağını ortaya koyacaktır. Bu uygulamaya başarılı yanıt alınması halinde, bu hastalara kalıcı sistem yerleştirilir.
Kalıcı sistemler epidural veya intratekal olarak uygulanabilir. Rezervuarlı port sistemli cihazların, genellikle epidural yerleşimi tercih edilir. Bu sistemlerle epidural alana daha yüksek volümde (5 – 10 ml) ilaç enjeksiyonu yapılabilir. Ayrıca lokal anestezik opioid karışımı enjeksiyonu gibi uygulamalar epidural yoldan daha güvenli olarak kullanılabilir. Ancak epidural uygulamada dermatomal analjezi, fibrozis oluşumu gibi sorunlar olabilir. Manüel, basınçlı veya elektronik pompalı cihazların ise intratekal kullanımı uygundur. Bu yolla düşük volümle dahi (0.1 – 2 ml) geniş alanda analjezi sağlanır. Bu uygulamaların en belirgin klinik üstünlüğü doz tasarrufu sağlanmasıdır. Buna göre örneğin, 300 mg oral morfin kullanımı, 100 mg parental morfine, 10 mg epidural morfine ve 1 mg intratekal morfine eşit analjezi sağlar. Ancak yönteme ait ve ilaça ait çeşitli yan etkiler bulunmaktadır. Bunların en ciddisi erken veya geç oluşabilen solunum depresyonudur.
Sinir blokları
Somatik ve sempatik bloklar uygulanabilir. Tüm kalıcı bloklardan önce hastaya 2 veya 3 kez geçici blok uygulanmalı ve sonucun değerlendirilmesine göre kalıcı bloğa karar verilmelidir.
Somatik blok uygulamaları santral olarak (epidural, supdural ve intratekal nörolitik uygulamaları) veya periferik sinirler üzerine uygulanabilir. Her blok uygulamasının kendine özgü endikasyon ve yan etkisi vardır.
Kanser ağrısı kontrolünde uygulanan sempatik sinir blokları; stellat ganglion, torakal sempatik ganglion, splanknik pleksus, çölyak ganglion, lumbar sempatik zincir, süperior hipogastrik pleksus ve impar ganglion bloğudur. Prognostik blok sonrası gerçekleştirilen bu kalıcı sempatik blok uygulamaları, genellikler kansere bağlı bazı ağrı sendromlarında (Pancoast tümörü, pankreas tümörü, pelvik alan tümörü ağrılarında) oldukça etkili ve güvenli yöntemlerdir.
Nöroşirurjik yöntemler
Kordotomi, myelotomi, hipofizektomi, intraserebroventriküler kateterizasyon gibi girişimler de kanser ağrısı kontrolünde kullanılmaktadır.
Kanserde ağrı kontrolü için önerileri özetleyecek olursak:
Özgün ve iyi tanıdığınız bir ilaçla başlayın
Uygulama yolunu hastanın gereksinimine göre ayarlayın
İlk doz titrasyonundan sonra düzenli uygulama önerin
İlaç kombinasyonu önererek analjezik etkiyi artırın
Sedasyonu artıran analjezik kombinasyonlarından kaçının
Yan etkileri bilin ve koruyucu tedavi önerin
Tolerans gelişimini izleyin ve alternatif tedaviye geçin
Doz aşımından kaçının
Yukarıda sözünü ettiğimiz anlayış, yaklaşım, kullana geldiğimiz ilaçlar ve yöntemlere karşın günümüzde özellikle gelişmekte olan ülkelerde kanser ağrısı tam olarak tedavi edilememektedir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) çeşitli ülkelerden topladığı bilgileri değerlendirdiğinde kanser ağrısının günümüzde neden tam olarak tedavi edilemediğine yönelik çeşitli nedenler saptamıştır:
* Kanser ağrısına yönelik tedaviye ve palyatif bakıma yönelik ulusal bir politikanın bulunmaması,
* Birçok kanser ağrısının dinebileceğine dair sağlık çalışanlarının, politikacıların, yöneticilerin yeterince bilinçli olmaması,
* Sağlık hizmeti sunum sistemlerinin ve personelin maddi kaynak kısıtlaması,
* Opioidlerin kullanımının psikolojik bağımlılık ve ilaç kullanımına yol açma kaygısı,
* Opioid analjeziklerin kullanımının kanuni kısıtlaması
Bu sorunlar ile baş edilmesinde anahtar olmak üzere WHO stratejik bir yol belirlemiştir. Kanuni otorite klinisyenler, hemşireler ve eczacılar opioidlerin gereksinim duyan hastalara önerme, dağıtma ve uygulama hakkına kanunen sahip olmalıdırlar. Bu işlemler sırasında uygun bir şekilde kayıt tutulmalıdır. Uygun kayıt tutma ve güvenilirlik gereklilikleri sağlık çalışanlarını bu işten soğutmayacak düzeyde olmalıdır. Opioidler ulaşabilecekleri kadar çok kanser hastasına uygun yerlerde bulunmalıdır.
Gelişmekte olan ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de kanser ağrısı tam olarak tedavi edilememektedir. Bu nedenle öncelikle kamuoyunun oluşturulması için birçok tıbbi kuruluşun ve topluluğun sorumluluk yüklenerek, bu konuda özellikle hekimlerin bilinçlendirilmesi gerekmektedir.
Kalp için egzersizler
Düzenli egzersizin yararları:
# Kalp ve akciğer fonksiyonlarını artırır. Alınan oksijen miktarını artırarak kalbin daha verimli çalışmasına olanak sağlar.
# “Hareketsiz yaşam”, kalp hastalığı oluşmasında bir risk faktörüdür. Kötü beslenme de buna eklenince bir başka risk faktörü olan “aşırı kilo” ortaya çıkar. Aşırı kilo almamak için öncelikle beslenmeye özen göstermeli ve düzenli yürüyüş programları uygulanmalıdır.
# Beslenmenin de düzenlenmesi ile birlikte Total kolesterol ve LDL(zararlı kolesterol) seviyelerinin azalmasına; HDL(yararlı kolesterol) seviyesinin artmasına neden olur.
# Günlük yaşantının yarattığı gerilimi azaltarak risk faktörlerinden stresi de önler.
# İstirahat halindeki kan basıncını düşürür. Nabız sayısı azalır. Ancak kalbin kan atım hacmı arttığı için kalbin verimi artar.
# Kalp hastalarının hastalıkları nedeniyle kısıtlanan efor kapasitesi düzelir, en azından daha geriye gitmesi önlenir. Egzersiz yapan hastaların hareketle yorulma ve nefes darlığı gibi sıkıntıları giderek azalır. Egzersis ile, bacak kaslarındaki damarlarda genişleme olması ve kasların oksijen kullanımının artması, kişinin yaşam kalitesini artırmaktadır. Yürüyüş yapan hastalarda, kalp yetmezliğinde seviyesi artmış olan katekolamin benzeri maddelerin seviyeleri düşmektedir. Kalp yetmezliği ile katekolamin benzeri maddelerin kan seviyesi arasında kısır döngü ilişkisi vardır. Kalp yetmezliği arttıkça katekolamin seviyesi artmakta, artmış katekolamin seviyesi kalbi kötü yönde etkilemektedir. Egzersiz bu kısır döngüyü bozarak kalbin rahatlamasını, dolayısıyla kalp yetmezliği bulgularının düzelmesini sağlar.
Kurallar nelerdir?
# Gerek sağlıklı kişiler, gerekse herhangibir hastalığı olanlar, egzersiz uygulamalarına başlama kararı almadan önce doktorlarına danışmalıdırlar.
# Egzersizde yaş önemli değildir. Her yaşta yapılabilir. Ancak çocukluk yaşlarından beri düzenli egzersiz yapanlar kalp sağlığı açısından daha şanslı kişilerdir.
# Egzersiz, hafif bir yemeği takiben 1 - 2 saat sonra yapılmalıdır. Açık havada egzersiz yapılıyorsa aşırı soğuk ve sıcak havalarda yapılmamalıdır(-100 ve + 300C derece).
# Yarar sağlamak için önemli olan, düzenli yapılmasıdır. Sağlıklı kişilerde, kalp ve akciğer sağlığı için yürüyüş ile kalbin hızı “hedef nabız sayısı” na ulaşmalıdır. Öncelikle maksimal kalp hızı bulunur. Maksimal kalp hızı 220 sabit sayısından kişinin yaşı çıkartılarak hesaplanır. Hedef nabız sayısı, maksimal kalp hızının % 50-75 i kadar olmalıdır. Nabız saymak için boynun her iki tarafındaki atardamarlardan (Şah damarı , Karotid arter) birine işaret ve orta parmaklarınızla hafifçe bastırmanız, 10 saniye sayarak bu rakamı 6 ile çarpmanız gerekir. Egzersizi yürüme bandında yapıyorsanız, bu aygıtlarla beraber satılan parmak ucuna veya bileğe takılan saat şeklindeki nabız ölçerler nabız sayısının sürekli olarak izlenmesini sağlar. Kalp hastalarında hedef nabız sayısı stres testi ile hesaplanmalıdır.
# Hedef nabız sayısına ulaşmak için egzersiz programının başlangıcında kişiler kendini fazla yormamalıdır. Sabırlı ve zaman içinde ilerleme en sağlıklı olanıdır. 6 ay sonunda bu hedefe ulaşmak uygun bir gelişmedir.
# Her seans, 5 dakika basit ısınma hareketleri ile başlamalı, egzersiz sonunda 5 dakika süren gevşeme hareketleri ile seans bitirilmelidir.
# Kalp hastaları, düz yolda, imkanı olanlar yürüme bandında hızı ve süreyi izleyerek, gücünün elverdiği ölçüde, bir rahatsızlık hissettiğinde yürümeyi kesmek ve kesinlikle kendisiyle yarışmamak koşuluyla yürümelidir.
# Haftada en az 5 gün ve günde 35 - 60 dakika süreyle egzersiz yapılmalıdır.
Göz Tansiyonu nedir ?
Kaç tip Göz Tansiyonu vardır ? Kısaca : - Açık Açılı Glokom - Açı kapanması Glokomu - Sekonder ( İkincil ) Glokom - Konjenital ( Doğuştan ) Glokom ‘ dan bahsedebiliriz.
Ama Göz Tansiyonunun % 90 ‘ ı Açık Açılı Glokom’ ( AAG )dur ve AAG çok sinsi bir hastalıktır ! yani : - AAG’ li bir göz dışardan tamamiyle normal görünür ! -AAG’ li bir gözün anlaşılabilmesi içinmutlaka Göz Tansiyonu’ nun ölçülmesi gerekir ! - Bu nedenle hiç bir göz şikayeti olmayan 35 yaş üstündeki herkesin senede bir kez Göz tansiyonunu ölçtürmesi gerekir ! Çünkü ilerde kaybolan görme geri gelmez, Göz Doktorunuz ancak kalan görmenizi korumanıza yardımcı olabilir !
Kimler Risk Altında ?
- 45 yaşın üstünde olup düzenli olarak doktora gitmeyenler - Stres altındakiler - Şeker Hastaları - Hipertansiyon Hastaları - Ailesinde Glokomu olan kişiler - Sigara kullananlar - Miyop Hastalar ( özellikle 3.00 D. nin üzerinde olanlar ) - Düzenli şekilde kortizon türevi hormon kullananlar - Gözüne darbe almış kişiler - Siyah ırktan olanlar
Teşhis :
1- Göz Tansiyonunun Ölçülmesi 2- Göz Dibi Muayenesi 3- Görme Alanı 4- Görme Siniri Liflerinin Muayeneleri ile olur.
Tedavi:
1- İlaç tedavisi : Çok yüksek olmayan Glokom olgularında genelde göz damla tedavisi yeterli olmaktadır; Bazen 1 bazen 2 tip damla hastalığın zararlarını önleyebilmektedir. Burada bilinmesi gereken Glokom’ un Diabet gibi ömür boyu devam eden bir hastalık olduğu için ilaçlara ara vermeden kullanılması gerektiğidir.
2- Laser Tedavisi : Bazı olgularda çok iyi sonuç vermektedir.
3- Cerrahi Tedavi : Yukardaki tedavi çeşitlerine cevap vermeyen hastalarda en son ama vakit geçirilmeden mutlaka başvurulması gerekir.
Şap Hastalığı, Hayvansal Gıdalar ve Halk Sağlığı
Son yıllarda sağlık gündeminde geniş yer tutan BSE (Bovine Spongiform Encephalopathie, Deli Dana)’den sonra, yine İngiltere’de binlerce hayvanın kesilmesine ve imha edilmesine neden olan Şap Hastalığının görülmesi, tüketicinin aklını karıştırmıştır. Uzun yıllardır Türkiye’de de görülen şap hastalığının seyri, bulaşma şekilleri, hayvan ve insan sağlığı, gıdalarla insanlara bulaşma durumu yönünden, toplumun bilgilendirilmesi uygun olacaktır.
Şap (Aphthae Epizootica, Foot and Mouth Disease: FMD), sığır, koyun, keçi, domuz ve vahşi ruminantların çok bulaşıcı bir enfeksiyonudur. Hastalık ilk olarak 1546 yılında italyan Hieranymus Fracastorius tarafından tanımlanmıştır. Kuzey ve Orta Amerika (Panama’nın kuzeyi), Avusturalya, Yeni Zelanda ve Kanada haricinde dünyanın pek çok ülkesinde tespit edildiği bildirilmiştir.
ETKENİN ÖZELLİKLERİ ve KLİNİK BELİRTİLER
Şap hastalığı etkeni, Picornaviridae familyasından Aphthovirus genusuna dahil olan virüsun, immunolojik olarak ayırdedilen yedi serotipi (O, A, C, SAT 1, SAT 2, SAT 3, Asya 1) vardır.
Şap virüsu
HASTALIĞIN YAYILIŞI
Hayvanlar arasında çok bulaşıcı olan hastalık, enfekte veya kontamine hayvanlar, ürünler, objeler ve insanlar aracılığı ile yayılır. Virüs ile kontamine materyaller, meralar, yemler, sular, rüzgar, enfekte çift tırnaklı yabani hayvanlar, sinekler ve hayvan bakıcılarının hastalığın bir bölgeden başka bir bölgeye yayılmasında önemli rol oynarlar. Panayır, pazar, göçler ve kurbanlık hayvan hareketleri, hastalıklı bölgeden hayvan ürünlerinin çıkartılması, nakil araçları şap virüsünün bölgeden bölgeye, hatta bir ülkeden diğer ülkeye yayılmasına sebep olurlar. Şap hastalığının en önemli epidemiyolojik özelliklerinden biri de virüsün hava yoluyla kilometrelerce uzaklara taşınarak yayılmasıdır. Hava yolu ile yayılmada önemli faktörler rüzgarın yönü ve hızı, hava sıcaklığı ve havadaki nem oranıdır. Şap virüsünün uygun hava şartlarında, % 60’ın üzerinde nem oranı ve 21-27°C hava sıcaklığında, 100 km uzağa kadar taşınabileceği bildirilmiştir. Bu nedenle hastalığın kontrolünde, karantina önlemleri, transportun önlenmesi ile dezenfeksiyonun önemli yeri vardır.
HAYVANLARDA KLİNİK BULGULAR ve EKONOMİK ÖNEMİ
Şap hastalığına yakalanan hayvanların ağzında, meme ve tırnaklarında, içi lenf benzeri sıvıyla dolu yuvarlak veziküller oluşur. Devamlı ipliksi bir salya akışı görülür. Hayvanda yürüme güçlüğü, 42°C’ye kadar ulaşan ateş ve ağızdaki lezyonlar nedeniyle, yemeden içmeden kesilme gözlenir. Hızlı kilo kaybının yanısıra, meme dokusunun fonksiyonunu yitirmeye başlaması nedeniyle süt verimi de hızla düşer. Dünyada pek çok ülkede, zaman zaman büyük salgınlar halinde görülen ve morbiditesi % 90-100’e ulaşan şap hastalığı, mortalitesi % 5 olmasına rağmen, süt ve et miktarındaki düşüş nedeniyle büyük ekonomik kayıplara neden olmaktadır. Bu durum, hasta hayvanların kesimi ya da imha edilmesi ile sonuçlanmaktadır.
Şap hastalığı zoonoz (hayvanlardan insanlara bulaşan) hastalıklar arasında yer almakla birlikte, insanlar hastalığa karşı fazla duyarlı değildir. Duyarlılık az olduğu için hastalık da oldukça seyrek görülür. İnsanlar, hasta hayvanların deri veya ağız mukozası ile temas ve yeterli ısı işlemi uygulanmamış (iyi pastörize edilmemiş) enfekte sütleri içerek, çiğ sütten üretilen ve olgunlaştırılmayan peynirleri, yine yeterli ısı işlemi uygulanmamış, pH’sı düşmemiş etleri tüketerek enfekte olabilirler.
Hastalık insandan insana geçmemektedir. İnkübasyon süresi 2-6 gün kadar olup, ateş, yorgunluk, keyifsizlik, kollarda ve bacaklarda ağrılar dikkati çeker. Ağız mukozası kızarıktır. Ağızda, gırtlakta ve dudaklarda vezikül benzeri ağrılı kesecikler oluşur. İlerlemiş olgularda bu oluşumlara, daha çok hayvan sahiplerinde, direkt temaslarda ellerde ve ayaklarda, genellikle de parmak uçlarında rastlanır. İnsanlarda prognoz iyidir. İyileşme 5-10 gün içerisinde görülür.
Şap hastalığı, bir halk sağlığı problemi olarak görülmemektedir.
HAYVANSAL KÖKENLİ GIDALAR ve ŞAP
Şap virüsünün canlılığını korumasında, en önemli etkenler arasında pH ve sıcaklık yer almaktadır. Bu nedenle hayvansal gıdaların pH’ları ve uygulanan ısı işlemi önemlidir. Kesimden sonra başlayan glikoliz ve diğer biyokimyasal olaylar ette pH değişimini farklı limitlerde oluşturmaktadır. Kas glikojeni, anaerobik metabolizma ile laktik asite dönüşür. Oluşan laktik asit, dolaşım sisteminin işlevini yitirmesi nedeniyle, kan ile karaciğere taşınıp glikoz ve/veya glikojene dönüştürülemediği için kaslarda birikir. Anaerobik enerji metabolizması kas glikojeni tükeninceye kadar devam eder. Etlerde 24 saat içerisinde ön soğutma sırasında virüsün bulunduğu, fakat 48 saat sonra virüse rastlanmadığı bildirilmiştir. Bunda post-mortem pH düşüşünün rolü büyüktür. Ancak, post-mortem sırasındaki laktik asit miktarı, hayvanın sahip olduğu fizyolojik dengeye ve buna bağlı olarak, kaslardaki glikojen miktarına bağlıdır. Yeterli kas glikojenine sahip olan hayvanlarda kesim sonrasında pH düşüşü istenildiği gibi olur. Canlı hayvanda etin pH’sı @ 7.3 iken, kesim ile kanın akıtılması sonucu pH @ 7.0’ye düşer. Normal şartlarda kesim sonrasında 7-8 saat içerisinde pH 5.3-5-5.6’ya kadar düşer. Kas glikojen düzeyi fizyolojik olabileceği gibi strese bağlı olarak da azalabilir. Kesimden önce dinlendirilmemiş hayvanlarda stres ya da gerilim nedeniyle kas faaliyetleri arttığından, artan enerji açığı kas glikojeni ile sağlanır ve kesim sonrasında pH düşüşü istenildiği gibi olmaz. Sonuçta DCB (Dark Cutting Beef) ve DFD (Dark Firm Dry) olarak adlandırılan yüksek pH’lı düşük kaliteli etler şekillenir. Bu tip etler pH’larının 6.3-7.0 arasında olması nedeniyle risk oluşturabilmektedir.
Genelde teknolojisinin de uygun olması nedeniyle yüksek pH’lı etler salam ve sosis üretiminde değerlendirilirler. Bu ürünlere, üretim teknolojilerinin gereği olarak haşlama işleminin uygulanması etkenin inaktivasyonunu sağlar. Etken, fermente sucuklarda ise 14 gün içerisinde canlılığını kaybeder. Hayvan Sağlık Zabıtası Kanununun 484/4 nolu maddesi gereği, Şap hastalığı başka bir hastalık ile komplike olmuş ise, veya kaşeksi (hayvanın besi durumunun kötü olması) ve kas bozuklukları varsa tamamen, aksi taktirde sadece hastalıklı kısımlar ve tırnaklar imha edilir. Dil ve başın sağlık kontrolü altında kaynatıldıktan sonra gıda olarak tüketilmesine izin verilir. Bu nedenle Şap hastalığına yakalanmış ve/veya semptomları yeni göstermeye başlayan besili hayvanlar, Veteriner Hekim denetiminde kesime sevk edilerek, iç organlar, baş, dil, tırnak ve deri imha edilerek, etleri 48 saat olgunlaştırılmaya bırakılır. Bu süre sonunda etin pH değeri ölçülerek, pH’nın düşüp düşmediği saptanır. Bu aşamada, DCB ve DFD etler ayırılarak, Veteriner Hekim kontrolü ve izniyle tüketime sunulur. Kesimi takiben, etler olgunlaşmadan hemen dondurulursa şap virüsu aylarca canlı kalabilir ve et çözüldüğünde etken enfeksiyon yeteneğini korur. Yine hasta veya yorgun halde iken kesilen hayvanların kaslarında laktik asit oluşumu veya pH değerinin düşmesi, oldukça yavaş şekillendiği için, şap virüsünün ette pH değerine bağlı olarak inaktivasyon süresi uzamaktadır.
Şap hastalığında görülen yüksek ateş, virüsün memeye ve meme başına yerleşmesi nedeniyle süt verimi çok azalır. Süt, süt proteini olan kazein sentezinin durması, serum proteinlerinin, özellikle immunglobulinlerin miktarlarının artması nedeniyle sarımtırak renkte ve suludur. Şap hastalığı görülen ineklerden sağılan ve/veya aynı bölgeden gelen sütlerin çiğ olarak tüketilmemesi tavsiye edilmektedir. Sütte bulunan virüsün klasik pastörizasyon yöntemi (72°C’de 20 saniye) ile yok edildiği bildirilmiştir (WHO, 1966 Hygiène du lait. Organisation Mondial de la Santé. Ceneve,Suisse.). Kaldı ki Türkiye’de 85°C’de 1 dakikalık pastörizasyon işlemi uygulanmaktadır. Bu nedenle şap virüsünün pastörize veya UHT (Ultra High Temperature, steril) sütlerde, pastörize sütten yapılmış beyaz peynirde, yoğurtta, telemesi haşlanan (min 75°C) peynirler arasında yer alan kaşar peynirinde bulunması olası değildir. Ancak çiğ sütten üretilen ve olgunlaştırılmadan satılan köy peynirlerinde, pH’nın yeterli ölçüde düşmemiş olması nedeniyle, etken canlılığını koruyarak risk oluşturabilir. Bu nedenle, sadece şap hastalığı etkeni yönünden değil, çiğ sütten üretilmesi nedeniyle pek çok zoonoz (hayvanlardan insanlara bulaşan) hastalık etkeni ve patojen mikroorganizmayı içerebilen taze beyaz peynirlerin 3 aylık olgunlaşma periyodunu tamamlamadan tüketilmemesi ve pazarlarda satışının yasaklanması gerekmektedir.
Tıbbi Soyma ve Doku Doldurma İşlemleri
Tıbbi Soyma
Tıbbi soyma derinin çeşitli seviyelerde soyularak tedavisi ve estetik memnuniyeti bozan unsurların bir dereceye kadar düzelmesini amaçlayan bir grup işlere verilen isimdir. Tıbbi soymanın kozmetiklerle yapılan soyma ile ilgisi yoktur. Genellikle kimyasal solüsyonlar ve laser ile yapılır. Kimyasal soyma işleminde kullanılan maddeler ve yöntemler soyma istenilen seviyeye göre seçilir. En sık uygulandığı yerler ince ve derin kırışıklıklar, güneşe ve yaşlanmaya bağlı deri kalınlaşmaları, lekeler, sivilceler ve sivilce izleridir. Soyma tipi ve derecesi kişinin cilt özelliklerine göre belirlenir. Hafif orta ve derin dereceli kimyasal soyma işlemleri için çok eskilerden günümüze çeşitli solüsyonlar kullanılmış olup her geçen gün bu solüsyonlar ve uygulama yöntemleri gelişmektedir. Hafif dereceli kimyasal soyma işlemi günümüzde en sık glikolik asit ve benzeri meyve asitleriyle yapılmaktadır. Bu solüsyonlar derinin en dış tabakası olan epidermisin kendi içinde düzenlenmesi ve yenilenmesine katkıda bulunmaktadır. Yüz cildine olan etkileri hafif ve kısa sürede geçen kızarıklıklar, hafif derecede soyulma ile sınırlı olduğundan kişinin sosyal hayatını etkilememektedir.
Derin soyma gerektiği zaman laser seçilebilir. Laserler son yıllarda çok gelişme göstermiştir. Laserlerin niteliklerinden en önemlisi dokuda istenilen derinliğe homojen olarak ulaşılabilmesidir. Burada da hasta seçimi çok önemlidir. Laserle soyma (laser peeling, laser resurfacing) işleminin adeta bir makyaj uygulaması gibi hafife alınarak gerekli olmayan yerlerde deri yipi uygun olmayan kişilerde uygulanması istenmeyen sonuçlar doğurabilmektedir. Orta ve derin düzey laserle soyma anestezi gerektiren bir işlemdir ve sonrasında doku iyileşmesinin yakın takibi gerekir. Ortalama 6 ay güneşten çok iyi korunma gereklidir. Hastanın bu işlemin aşamalarını ayrıntılarıyla bilmesi, reklam resimlerindeki “önce” ve “sonra” arasında zahmetsiz bir dönem yaşayacağının farkında olması gereklidir.
Doku Doldurma İşlemleri
Yüzeyel ve derin deri çöküklüklerini (iz, kırışıklı gibi) geçici olarak doldurarak eski görüntüsüne kavuşturma işlemidir. En sık olarak kollajen ve hyaluronik asit temel maddeleri kullanılmaktadır. Son araştırmalarla bunları içeren preparatlar geliştirilerek dokuda kalış süreleri uzatılmıştır. Derinin yapısını duvarın yapısına benzetirsek, bu maddeler orada eksilmiş olan tuğla ve çimento gibi düşünülebilir.
Tekrar yerine konduktan sonra cildin, sorunlu bölgelerin ve maddelerin özelliklerine göre değişen sürelerde kalıcı olur, sonra deri tarafından eritilip yok edilirler. Kollajen grubu yerini alerji riski nedeniyle hylaluronik asit ve diğer yeni soku dolduruculara bırakacak gibi görünmektedir. Hiçbir maddenin alerji riski sıfır değildir ancak bazılarında bu risk diğerlerine oranla düşüktür ve bu nedenle öncesinde alerji testi gerektirmezler. Kollajen grubunda ise enjeksiyon öncesinde kola uygulanan iki ayrı alerji testi gereklidir. Enjektör içinde hazır halde bulunan bu maddelerle temas düzeyine (derinin en üst tabakasının altına) enjeksiyon yapılır. Birkaç hafta arayla iki ve üç seans gerekebilir. Bu yöntemlerle örneğin alın çizgileri, göz kenarı çizgileri, ağız kenarı ve dudak çizgileri esneyebilen yara izleri doldurulabilir. Araştırmalar devam etmekte, giderek daha uzun süre kalıcı olup sık rötuş gerektirmeyen doku doldurucular geliştirilmektedir. Genellikle 3-12 ay aralıklarla çizgiler eski haline dönmektedir. Bazı durumlarda ve tekrarlayan enjeksiyonlar sonunda bu süre daha uzun olabilmektedir. Enjeksiyonlar istendiği zaman tamamen bırakılabilir. Eskiye dönüş olur, eskisinden daha derin çizgi oluşumu söz konusu değildir. Önemli bir nota şudur ki, yen, bulunduğu iddia edilen, içeriğinin tam olarak ne olduğu belli olmayan ve yeterince denenmeden piyasaya sürülen ve senelerce kalıcı etkisi olduğu iddia edilen bazı maddeler her geçen gün artmaktadır.
Bunların muhakkak en ayrıntılı şekilde danışılması onay alıp almamış olduğunun soruşturulması önemlidir.
Bazı hastaların kendilerine ne enjekte edildiğini bile bilmediklerini gözlemekteyiz. Bu tip hekimlikle bağdaşmayan uygulamalar “ileri” ülkelerde bile yapılmaktadır. Uygulayıcının “kendi icadı mucizevi, çok özel vitamin” diye bir şeyin söz konusu olamayacağını hastalar bilmelidir.
Derinin Yüzeyel Mantar Hastalıkları
Hastalıkları tek tek incelemeye geçmeden kişisel hijyen kurallarına (terlik, ayakkabı, tarak gibi ürünlerin kişisel kullanımına dikkat edilmesi; cami, kışla, yatılı okul, yüzme havuzu, spor salonu gibi ortak yaşam alanlarında başkalarının eşyalarının kullanılmaması; parmak araları, kasık gibi bölgelerin kuru ve temiz tutulması) dikkat edilmesi mantar hastalıklarının oluşmaması için son derece gereklidir.
Ayrıca diabet gibi bazı hastalıklarda kandidial infeksiyonlar daha fazla görülebilmektedir. Atopi, topik ve sistemik steroid kullananlarda, ihtiyozis, kollojen vasküler hastalıkları olanlarda yüzeyel mantar infeksiyonları daha sık görülmektedir.
Mantar Hastalıkları:
1. Tinea pedis: Ayaklarda görülen mantar infeksiyonudur. 3 ana klinik görünümü vardır.
a. Interdigital tip: En sık görülen tiptir. Parmak aralarında çatlaklar, kızarıklıklar, kaşıntı bazen de akıntı ile karakterizedir. Bu tipin biraz daha dermise doğru ilerlemesi ile ülseratif tip oluşabilir. Ayrıca parmak aralarına mantar hastalığının üzerinde bakteriyel infeksiyon oluşması İnfekte Tinea pedis adı verilen oldukça ağır bir klinik tabloya neden olur.
b. Kronik hiperkeratotik veya kuru tip: Hafif eritemli (kızarık) bir zemin üzerinde özellikle ayağın dış yan yüzeyinde ve topuklarda ince beyaz çizgilenmelerle karakterizedir.
c. Veziküler tip: İçi sıvı dolu küçük kabarcıklar ile karakterizedir. Bazen bu lezyonlar ilerleyip daha büyük büllere neden olur, bu büllerin patlamasıyla da erozyonlar ortaya çıkar.
2. Tinea manum: Avuç içlerinin kronik mantar infeksiyonudur, genellikle tek elde (daha çok kullanılan elde) ve tinea pedis ile birlikte görülür. Bu durum Celal Muhtar hastalığı olarak ta bilinir. Dishidrotik tip olarak adlandırılan ve nadir görülen küçük papül ve veziküllerle karakterize bir tipi de vardır. Sıklıkla iyi sınırlı, hiperkeratotik, palmar çizgilerde daha belirgin beyaz pullanmalarla karakterize hiperkeratotik tip olarak görülür.
3. Tinea Cruris: Kasıkların subakut yada kronik mantar infeksiyonudur. Genellikle kasıkların her iki tarafında kenarları hafif kabarık olabilen, koyu kırmızı, kahverengi renkte üzeri kabuklu olabilen geniş ise ortadan iyileşme gösterebilen oldukça kaşıntılı bir klinik görünüm arz eder.
4. Tinea Corporis: Gövde, kol ve bacakların yüzeyel mantar infeksiyonudur. Tek yada çok sayıda, küçükten-büyüğe ortadan iyileşme gösterebilen, kenarları hafif kabarık, dışa doğru ilerleyen kırmızı-kahverengi üzeri pullanmış alanlarla karakterizedir.
5. Tinea Facialis: Yüzde görülen iyi sınırlı yama tarzı yada plak tarzı kızarık ve pullu bir lezyondur. Genellikle asimetriktir.
6. Tinea Capitis: Saçlı derinin çocuklarda görülen mantar infeksiyonudur.
a. Tinea capitis süperfisiyalis: Genellikle yuvarlak, üzeri beyaz pullarla kaplı, hiperkeratotik, saçların kırılması ve dökülmesine bağlı açık bir alanla karakterizedir.
b. Kerion: Üzerinde çok sayıda püstül olabilen, saç kaybı ile karakterize, büyük, oldukça ağrılı inflamatuar bir tümör varlığıyla karakterizedir. İyileşme skatris bırakarak olur. Saç kaybı olur.
c. Favus: Sarı, kalın, yapışık krutlar (Skutula) ile karakterize, uzun süreli, yaygın saç kaybına yol açan, saçlı deride atrofiye
yol açan tipidir.7. Tinea Barbave: Bıyık ve sakal bölgesinin papül, püstül, nodüllerle karakterize mantar infeksiyonudur.
8. Onikomikoz (Tinea unguium): El ve ayak tırnaklarının genellikle kronik mantar infeksiyonudur.
a. Distal- lateral subungual onikomikoz:
b. Yüzeyel beyaz onikomikoz
c. Proximal subungual onikomikoz
Total distrofik onikomikoz
tipleri mevcuttur. İnfeksiyonun yerleşim yerine ve oluşturduğu beyazlık, hiperkeratotik, şekil bozukluğuna yol açabilen özelliklerine göre isimlendirilir
Mantar infeksiyonlarının tedavisi için burada sayılan özelliklerde şikayetleri olan kişilerin en yakın sağlık kuruluşuna başvurmaları uygun olur.Horlama seksi öldürüyor
Horlamanın yaşı insanlık tarihine eştir. Komik olarak algılanmış ve bu karakterlerin özelliği olarak kullanılmıştır. Örneğin Asteriks horlamasıyla ünlüdür. Horlama gürültülü uyuma, kişinin uyurken çevresine verdiği rahatsızlık olarak bilinir. Horlayan kişi genellikle horladığını kabullenmez çünkü horlamayı kendisine yakıştıramaz.
Eşleri getiriyor
Horlama nedeniyle doktora gelenlerin çoğu eşleri tarafından doktora götürülürler. Bu konuyla ilgili olarak görüştüğümüz Kulak, Burun, Boğaz, Baş, Boyun Cerrahisi Uzmanı Op.Dr.Abdülkadir Göksel, horlamanın bir hastalık olduğunu söylüyor.
Göksel, “Horlama sırasında uykuda nefes durmaları olan kişilerde “uyku apnesi” hastalığı adını verdiğimiz durumdan söz ediyoruz. Uykuda nefes durması sırasında vücudumuz yeterli oksijeni alamadığından sürekli olarak beynimiz uyanık kalır ve tıkanan nefesin yeniden alınmasına devam etmek için kişiyi uyandırır. Horlayan kişi bu uyanıp pozisyon değiştirme ya da derin bir nefes alarak uykuya devam etme anını hatırlamaz. Ancak sabah kalktığında kaç saat uyumuş olursa olsun kendisini son derece yorgun ve güne başlamaya isteksiz hisseder. Bu kronik yorgunluk hali kendini işte performans düşüklüğü, konsantrasyon bozukluğu, dikkat kaybı olarak gösterir. Kimi zaman öğle aralarında uyuklamalar, sık iş kazalarına yol açabilir” diyor.
Cinselliği etkiliyor
Horlama nedeniyle zamanla cinsel istekte azalma ve kişinin cinsel yaşamında körelme başlar. Horlama sırasında soluk durmaları olan kişinin sekse karşı isteksiz olmasının yanında, horlayarak uyuyan kişiler aynı zamanda kötü birer yatak arkadaşıdırlar. Birçok kişi horlayan biriyle seks bir yana aynı odayı bile paylaşmak istemez. Horlama ve beraberinde uykuda soluk durması hastalığının tek bulgusu cinsel isteksizlik ve performans düşüklüğü değildir. Sabah uyandığında baş ağrıları, yüksek tansiyon, uykuda terleme, bacak kasılmaları, kalp hastalıkları da bu şikâyetlere eklenir. Bu bulgulardan bir ya da birkaçı olan kişiler doktora başvurduklarında sıklıkla bir uyku testi sonrası tedavi planlanmakta ve hastalığın derecesine göre çok iyi sonuçlar alınmaktadır.
Erkekler de daha sık
Horlama daha çok kilolu erkeklerde görülür ve uykuda nefes durmasının eşlik edip etmediği son derece önemlidir. Tedavi planlanırken uyku laboratuarı sonuçlarının yanı sıra, kişinin boy kilo oranı, sigara, alkol gibi alışkanlıkları, beraberinde burun tıkanıklığına yol açan bir neden olup olmadığı araştırılmalı ve gerekirse ilaç ya da yardımcı cerrahi yöntemlerle bunlar düzeltilmelidir.
Tedavi yöntemleri
Yumuşak damak, küçük dil ve burun kaynaklı soluk durması hastalarında büyük oranda cerrahi yöntemlerle tedavi önerilmektedir. Son yıllarda radyo frekans teknolojisi sayesinde günübirlik ağrısız uygulamalar ile horlama tedavisinde son derece başarılı sonuçlar elde etmekteyiz. Ancak hastalığı ilerlemiş ve ameliyattan fayda görmeyeceğini düşünülen hastalarda CPAP denilen uyku maskeleri uygulanmakta ve başarılı sonuçlar alınmaktadır.
Şeker hastalarına altın öğütler
Diyetformula diyetisyeni Yasemin Batmaca bakın neler öneriyor?
1) “Tıbbi Beslenme Tedavisi”nde olduğunuzun bilincinde olun ve asla öğün atlamayın. Düzenli saatlerde yemek yemek, kan glikoz seviyesini olumlu etkiler.
2) Ideal kilonuza ulaşın: Kilolu olma nedeniyle, kan şekeri, tansiyon ve kolesterol seviyeleri çok daha zor kontrol altına alınır. Kilodaki %5-10′luk değişmelerden olumlu etki başlar.
3) Posalı ve tam tahıllı besinler tüketin: Tam tahıllı ekmekler, gevrekler, kepekli makarnalar, yulaf, kurubaklagiller gibi besinler tercih edilmelidir.
4) Daha fazla sebze, meyve ve kurubaklagillerden tüketin: Meyve suyu, posasını kaybettiği için kan şekerini hızlı yükseltebilir. Bu nedenle diyabette kullanımı önerilmez. Kurubaklagiller: Posa içeriği yüksek olduğu için beslenmede yer verilmelidir.
5) Daha az yağ tüketin: Yüksek enerji içerirler ve özellikle doymuş yağlar kolesterolü yükseltir. Bu nedenle doymuş yağları yüksek içeren, yağlı etlerin, tereyağlı kek, kurabiye, börek, cips, çikolata, kek ve bisküvilerin, ayrıca tam yağlı süt ürünlerinin (süt-yoğurt-peynir vb.) oldukça sınırlı tüketilmesi gereklidir.
Izgara yapma, fırında, mikrodalgada veya buharda pişirme gibi daha az yağlı pişirme yöntemlerini kullanın. Yağsız veya yarım yağlı süt ürünlerini tüketin. (süt, yoğurt, peynir, kefir vb.) Haftada 2 kez balık tüketmeye çalışın. Tüm yağlar yüksek enerji içerir. (kilo vermeye çalışıyorsanız, 1 yemek kaşığı sıvı yağ = 10 gram = 90 k.cal olduğunu unutmayın.)
6) Daha az tuz tüketin. Tuz; tansiyonu yükseltebilir.
7) Daha az alkol alın: Alkol tüketimi sınırlandırılmalı. Çünkü alkolün kalorisi yüksektir ve kullandığınız ilaçlarla etkileşime girebilir. .
Şekerli besinlerden uzak durun. Karbonhidrat temel besin maddesidir ve alımını yasaklamak doğru değildir. Sofra şekeri dediğimiz basit şekerlerden uzak durun.
Çay şekeri, şeker ve şekerlemeler, şekerli reçel ve marmelat (Diyabetik reçeller aşırıya kaçmadan tüketilebilir.). Pekmez, bal, şekerli çikolata Diyabetik çikolatalar aşırıya kaçmadan tüketilebilir.
9) Israrları geri çevirmeyi bilin: İkram edilen tüm yiyecekleri tüketmemelisiniz. Sağlığınız söz konusu olduğu için, ısrar edildiğinde gerekli açıklamayı yapmalısınız.
10) Kendinize inanın. Diyet irade savaşı olmamalı, hem sizin yaşam şekli ve beğenilerinize uyarak yaşam şekli değişikliğine olanak vermeli, hem de kendinizi tüm gün tok ve enerjik hissettirerek uyumu kolaylaştırmalıdır.
Hamilelik ve diyabet
Gestasyonel Diyabet: (Hamilelikte çıkan diyabet) Aile geçmişinde diyabet olması, gebenin obez olması, hamilelikte bir problem olması ve 40 yaşın üzerinde olması hamilelikte gestasyonel diyabetin ortaya çıkmasına sebep olabilir. 24 ile 28. haftalar arasında bu durum test edilmeli, eğer tespit edilirse mutlaka diyetisyeninizin beslenme önerileri uygulanmalıdır.
Doğru bilinen yanlışlar
Doğru bilinen yanlışlar: Ara öğünde “1 elma” yemek: Basında, çoğu zaman “Ara öğünde bir elma yiyin” şeklinde öneriler verilmekte. Fakat, diyabeti ve hipoglisemi vb. kan şekeri hassasiyeti olan kişilerde ara öğünde tek başına yenen meyve kişinin kan şekeri dengesini olumsuz etkileyebilir. Bu nedenle şekere karşı hassas kişilerde, protein, yağ veya kompleks karbonhidrat içeren (1 çay bardağı light süt veya light yoğurt veya light kefir veya 30 gram, ortalama 1 top diyabetik dondurma veya 30 gram = 1 dilim peynir uygundur. Bunlara ulaşılamadıysa 5 fındık veya 7 badem veya 1 ceviz veya 1-2 adet diyet bisküvi veya 1-2 adet diyet grisini de dengelemek için kullanılabilir.) besinlerle tüketilerek kan şekerini yükseltme hızı yavaşlatılabilir, daha uzun süre tok hissedip, daha geç acıkma sağlanabilir.
9 Ağustos 2007 Perşembe
Kızamık hastalığının nedenleri, belirtileri, korunma ve tedavi yöntemleri
Kızamık hastalığının nedenleri
Kızamığın etkeni olan virüs, hastaların burun ve yutak salgılarıyla çıkan damlacıklarda bulunur; ağız ya da burundan üst solunum yollarına ya da dolaylı olarak konjunktiva mukozasına girer. Vücuda girdiği yerde üreyerek düşük miktarda bütün vücuda yayılır ve lenf dokusu hücrelerinde üremeyi sürdürür. Daha sonra ikinci kez, çok daha uzun süreli ve kitlesel olarak kana yayılır. Bu döneme ilişkin ilk belirtiler virüsün bulaşmasından yaklaşık 9-10 gün sonra ortaya çıkar. Hastalık bu aşamadan sonra, 14-15′inci güne değin çok bulaşıcıdır. Virüsün vücuda girmesinden yaklaşık 14 gün sonra döküntülerin başlamasıyla virüsün üremesi azalır; 16. günden sonra genellikle kanda virüse rastlanmaz. Yalnız idrarda bulunan virüs bu ortamda varlığım günlerce sürdürür. Döküntüler kanda hastalığa özgü antikorların belirmesi ve hastanın iyileşmeye başlamasıyla aynı dönemde görülür; kızarıklıkların pul pul dökülmeye başlamasıyla bulaşıcılık dönemi bütünüyle sona erer.
Kızamık hastalığının bulaşması
Kızamığın derideki belirtileri yaygın döküntülerdir. Kızamık tüm dünyada yaygın olarak rastlanan döküntülü bir hastalıktır. Etkeni, çok küçük ve vücudun dışındaki kimyasal ve fiziksel etkenlere karşı çok az direnci olan bir virüstür. Hastadan sağlıklı kişilere üst solunum yolları yoluyla ve özellikle konuşurken ve öksürürken çıkan tükürük damlacıkları aracılığıyla kolayca bulaşır. Bulaşmanın bu kadar kolay oluşu nedeniyle kızamık genellikle ilkbahar ve sonbahar aylarında küçük salgınlar halinde görülür. Kızamık salgınında hastalığa önce çocuklar yakalanır; erişkinlerin büyük bir bölümü ile üç aylıktan küçük bebekler salgını, hastalığa yakalanmadan atlatabilir. îlk bakışta tuhaf görünen bu olay kolayca açıklanabilir. Vücut ilk kez virüsle karşılaştığında hastalığa yakalanır ve virüse özgü antikor üretmeye başlar. Kandaki bu antikorlar virüsle yeniden karşılaştığında, virüsü etkisizleştirir. Böylece hastalığa karşı direnç geliştirilmiş olur. Süt çocukları anne karnındaki yaşamlarında bu antikorları annelerinden aldıklarından, erişkinlerin büyük bir bölümü de çocukluk çağında hastalığa tutulduklarından salgından etkilenmezler.
Hastalığın ileri derecede bulaşıcı olması nedeniyle 2-4 yılda bir kızamık salgınları ortaya çıkar. Bir toplulukta salgın görüldüğünde, bağışıklığı olmayan bütün bireyler hastalanır ve bağışıklık kazanır; bu nedenle, hastalığa yakalanacak yeni bireylerin ortaya çıkması için belli bir süre geçmesi gerekir.
Kızamık hastalığının belirtiler
Kızamıkta sıklıkla belirgin olarak birbirinden ayrılabilen dört dönem gözlenir: kuluçka dönemi, döküntü öncesi dönem (prodrom dönemi), döküntülü dönem ve iyileşme dönemi.
Bulaşma kuluçka döneminde anında başlar, virüs 8-12 gün boyunca vücutta belirti vermeden ürer. Normal olarak 10. günde döküntü öncesi dönem başlar, ateş hızla yükselir ve ağızda yanağın içinde, azıdişleri hizasında kırmızı bir alanla çevrili küçük beyaz lekeler belirir; bu lekeler ilk tanımlayan hekimin adıyla anılır (Koplik lekeleri). 2-3 günden fazla sürmeyen bu dönemde çocuk isteksiz, yorgun ve uykuludur; iştahı azalmıştır, aksırır, hırıltılı, inatçı ve kuru bir öksürüğü vardır. Sulanan ve kızaran gözleri güçlü ışıktan rahatsız olduğundan ışıklı ortamlardan uzak durur. Bu aşamada kızamığa henüz tam konmamış olsa da son derece bulaşıcıdır ve çocuğun enfeksiyonu aile bireylerine yayma olasılığı yüksektir.
Ateşin geçici olarak azalmasıyla döküntülü dönem başlar. Döküntüler başlangıçta düz, sınırları belirgin pembe renkli küçük lekeler biçimindedir; daha sonra hafifçe kabarır, büyür, sayılan artar ve giderek koyulaşıp kırmızılaşır. Döküntüler çıkarken ateş yemden yükselir ve çocuğun genel durumu kötüleşir. Sürekli yatmak ister ve çok yorgundur, gözleri kolayca sulanır, aksırıklar yerini gerçek bir soğuk algınlığına bırakır, öksürük hala hırıltılı ve çok rahatsız edicidir, özellikle küçük çocuklarda ishal görülür. Döküntülerin ortaya çıkmasından üç ya da dört gün sonra, ateş hızla düşer; kırıklık hali, öksürük ve soğuk algınlığı kaybolur, çocuk rahatlamış görünür. Döküntüler de ilk ortaya çıktığı bölgelerden başlayarak hızla solar. Kızarıklıkların pullanarak dökülme döneminin ardından çocuğun tümüyle iyileştiği söylenebilir. Döküntüler hiçbir iz bırakmadan hızla kaybolur; özellikle yüz ve boyun çevresindeki deri pul pul dökülür. Ne var ki, hastalığın bu son evresi her zaman fark edilmez, özellikle hastalığın hafif geçtiği olgularda hiç görülmez
Kızamık hastalığında görülebilecek komplikasyonlar
Tüm olguların yaklaşık yüzde 6’sında komplikasyonlar görülür; iki yasma kadar ve erişkinlerde bu oran daha yüksek olabilir. En sık rastlananlar solunum sistemi komplikasyonlarıdır; döküntülerin ortaya çıkmasından önceki dönemde ve döküntülü dönemde başlayan ve olguların büyük bir bölümünde kızamık virüsünün doğrudan etken olduğu bronş-akciğer iltihapları (bronkopnömoni) ile genellikle bakteri kökenli enfeksiyonlara bağlı olarak iyileşme döneminde görülen-bronş-akciğer iltihaplan ayırt edilmelidir. îlki özellikle küçük çocuklarda çok ağır geçer ve virüs kökenli olduğundan antibiyotik tedavisiyle tedavi edilmez. Geç dönemde görülen bakteri kökenli bronş-akciğer iltihaplarında, ateş, irinli ve balgamlı öksürük ile solunum güçlüğü görülür. Bu tablo, antibiyotiklerle tedavi edilebildiğinden pek tehlikeli sayılmaz.
Bir başka solunum sistemi komplikasyonu da üç yaşından küçük çocuklarda görülen ve solunum güçlüğüne neden olan gırtlak iltihabıdır (larenjit). Geçmişte çok sık görülen irinli kulak iltihabı (otit) antibiyotik tedavisinin uygulanmasından sonra giderek azalmıştır; virüs kökenli iltihabın yerleştiği ortakulak mukozasında bakterilerin üremesiyle oluşur.
Kızamık komplikasyonlarından en tehlikeli olanı son yıllarda daha sık görünen beyin iltihabıdır (ensefalit). Bin olgudan birinde görülen beyin iltihabı sıklıkla 2-9 yaş arasında ortaya çıkar. iyileşme döneminde ateşin yeniden yükselmesiyle başlar, havale nöbetleri ve koma görülür. Ender rastlanan bazı olgularda çok erken dönemde, döküntüler ortaya çıkmadan önce de başlayabilir. Klinik belirtiler genellikle çok değişken ve ağırdır. Çocuğun 1-2 gün içinde ölmesine yol açan biçimleri de vardır.
Kızamık hastalığının tanısı
Döküntü ortaya çıkmadan önce kızamık tanışı koymak, hastalığın bulaşıcı olup olmadığı da bilinmiyorsa, çok güçtür, îlk belirtiler (ateş, soğuk algınlığı, öksürük vb) kesinlikle hastalığa özgü değildir ve grip gibi üst solunum yolları enfeksiyonlarında da görülür. Erken dönemde görülen Koplik lekeleri tanı açısından büyük önem taşır. Kızamığa özgü döküntüler gerek özellikleri, gerek ortaya çıkış biçimi (kulakların arkasından başlayıp yüze ve vücuda yayılması) açısından tanıyı kolaylaştırır. Gene de döküntünün yukarıda betimlenenden farklı olabileceği de unutulmamalıdır; lekeler kimi zaman çok küçük ve soluk, kimi zaman da büyüktür ve içi sıvı dolu küçük keseciklerle kaplıdır. Kimi zaman döküntülerin altındaki kılcal damarlar çatlar ve kanamaya benzer bir görünüm ortaya çıkarsa da çok önemli değildir. Döküntülerin görünümü hastalığın gidişini hiçbir zaman etkilemez. Koplik lekeleri başka hiçbir hastalıkta görülmediğinden, kızamığın erken dönemde, özellikle bulaşıcılığın en yüksek olduğu dönemde tanınmasını sağlar.
Kızamık hastalığının tedavisi
Kızamık virüsünü yok eden özel bir ilaç olmadığından belirtileri hafifletmeye yönelik tedavi uygulanır. Konjunktivit için gözler ılık borik asitle yıkanır ve gözkapakları özenle temizlenir. Soğuk algınlığı sırasında günde birkaç kez burna damar büzücü damla damlatılırsa çocuk daha kolay soluk alıp verebilir, îshal başlasa da özel bir tedavi gerekmez, çocuğa bir iki gün sıvı besinler verilir. Yalnızca solunum sistemi belirtilerinin ağır olduğu az sayıdaki olguda, antibiyotik tedavisi gerekir.
Hasta evinde uygun koşullar sağlandığında rahatlıkla tedavi edilebilir ve komplikasyonlardan korunur. Beslenme ve ortam özellikle önemlidir. Küçük hasta en az on gün yalnız kalacağından, özellikle nezleli ve döküntülü dönemlerde odasının rahat ve konforlu olması, iyi havalanması, ama hava akımının olmaması, oda sıcaklığının 20°C kadar olması ve odanın aşırı aydınlatılmamış olması gerekir. Bu arada hastanın yalıtılmasının da (karantinaya alınmasının) tartışmalı olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü hastalığın en bulaşıcı olduğu aşama, henüz tanı konulamayan döküntü öncesi dönemdir.
Hastalık sırasında sıvı ya da yarı sıvı, kolay sindirilen, sebze çorbası, sütte ezilmiş bisküvi, taze meyve suyu (özellikle şekerli limonata ve portakal suyu) gibi besinler verilmelidir. Özellikle iştahın az, ateşin yüksek olduğu döküntülü evrede çocuk yemek için zorlanmamalıdır.
Kızamık hastalığından korunma yöntemleri
Günümüzde en etkili korunma yöntemi kızamık virüsüne özgü insan gamma globülinidir. Salgınlarda ve çocuğun sağlığının başka hastalıklar nedeniyle kötü olduğu dönemlerde korunmaya önem verilmelidir. Gammagiobülin, bulaşmadan önce uygulandığında, kızamığı etkili bir biçimde önler; geç uygulandığında etkisizdir, yalnızca belirtileri hafifletir. Kızamık çocuklarda erişkinlere göre daha ağır geçtiğinden en iyi önlem gammagiobülin kullanılarak hastalığın hafif geçmesini sağlamaktır. İki ya da üç yaşından küçük çocuklar dışındaki bireylerde bulaşmayı önlemektense koruyucu önlemlere ağırlık vermek önerilir. Hastalığı geçiren çocuğun vücudunda kızamık virüsüne özgü antikorlar üretildiğinden yaşam boyu bağışıklık kazanılır. Kızamık aşısı da korunma sağlayabilir; bu amaçla tavuğun embriyon hücrelerinden elde edilen ve etkinliği azaltılmış bir kızamık virüsü türü kullanılır. Aşı, tek dozda derialtına şırınga edilir. Bebeklere dokuz aydan başlayarak kızamık aşısı yapılabilir. Bu durumda yüzde 95 koruma sağlanır. Bir yaşında yapılan aşılarda ise, koruma oranı yüzde 99′dur. Salgın durumlarında altı aylık bebekler de aşılanabilir. Ama aşının sonradan yinelenmesi gerekir. Aşıdan sonra çocuk çok hafif bir enfeksiyon geçirebilir, ve kalıcı bağışıklık kazanır.
Kadınlarda Sık Görülen Üreme Sağlığı Sorunları
Her kadının yaşamı boyunca zaman zaman adet kanamalarında düzensizlikler olabilir. Adet düzensizliği diyebilmek için bu durumun yineleyici nitelikte olması gerekir.
Adetler 9 yaşından önce başlamışsa,
16 yaşına kadar meme gelişimi, tüylenme, vücut şeklinin değişmesi gibi, ikincil seks karakterleri denilen değişiklikler başlamamış ve henüz adet görülmemiş ise,
18 yaşına gelindiğinde ikincil seks karakterleri adı verilen değişiklikler başlamış, ancak henüz adet görme gerçekleşmemiş ise,
Adet kanamaları 21 günden daha sık, 35 günden daha uzun aralıklarla oluyorsa,
Adet kanamaları 7 günden uzun 1 günden kısa sürüyorsa
İki adet arasında kanamalar, lekelenmeler oluyorsa
Adet kanamaları aşırı miktarda oluyorsa
Bir yerde yanlışlık var demektir. Uzman hekimlerce, hepsi çok kolay tanınır ve tedavi edilebilir. Böylece bu bozuklukların kadınlarda ayapabileceği genel vücut sağlığını bozucu kansızlık gibi sorunların engellenmesinin yanında kadınların üreme sağlığında da oluşabilecek kalıcı bozuklukların önüne geçilmiş olunur.
AkıntılarHer kadınlarda hastalık olmayan normal bir akıntı olabilir. Bu nedenle kokusuz, kirli beyaz ve kilot yıkanırken kaynatıldığında leke bırakan bir akıntı korkutmamalıdır. Bu akıntının içinde bulunan, hormonlar etkisiyle dökülmüş hücreler, iç çamaşırı kaynatıldığında bir leke bırakır. Doğal olan bu salgı, yanlış olarak birçok kadınları telaşlandırır. Herkesin boyu ve kilosu nasıl aynı değilse salgı miktarı da kişiden kişiye değişir. Yinede akıntının normal olup olmadığının heki tarafından belirlenmesinde yarar vardır.
- Akıntı sarı-yeşil renkli ve kötü kokulu ise,
Beyaz çökelek peyniri gibi pütür pütürse ve ekşi kokuyorsa,
Şeffaf beyaz akıntı her zamankinden daha çok olmaya başlamışsa,
Beraberinde kaşıntı ve yanma hissi ve o bölgede kıazrıklık varsa,
Bir sorun var demektir.Akıntıların uzmanlarca tanınması ve tedavileri oldukça basittir. Bir uzman hekimin görüp doğru tanı koyması ve tedaviyi düzenlemesi gereklidir.
İç genital sistem iltihaplarının tanısı biraz zordur. Karın alt bölgesinde ağrı, hassasiyet olur ve bu süreç içinde ateş 38 derece ve üzerine çıkabilir.bu durumda yapılacak en doğru şey, bir uzman doktora başvurulmasıdır.
Bazı kadınlarda karın alt bölgesinde değişik şekillerde kendini gösteren ağrılar olur. Bunlar sanki bir ağırlık varmış gibi veya batar gibi yavaş yavaş başlayıp şiddetlenip, sonra geçen ve belli aralıklarla tekrar eden ağrılardır. Değişik nedenlere bağlı olabilir. Bu nedenle asla ihmal edilmemelidir. Bir uzman hekimce basit tanı yöntemleri ile çoğu kez ağrının nedeni bulunur ve tedavi edilir.
Kadınlarda çok sık görülen yumurtalık kistlerin büyük çoğunluğu basit kistlerdir. Kolayca kendiliğinden geçer. Asla telaşlanmamak gereklidir. Ancak böyle bir şüphede yapılacak en doğru iş, hemen uzman bir hekime gitmektir.
Tüylenme ve sivilceler
İstenmeyen tüylerde bir artış varsa lütfen epilasyondan önce bir hekime baş vurunuz, sebebini bulmak ve tedavi etmek oldukça kolaydır. Böyle bir durumdan endişeniz varsa veya belirgin olmasa da bu durum kadını üzüyorsa, mutlaka bir uzman hekime başvurması gereklidir.
Kadınların en çok merak ettiği konulardan birisi de meme gelişmesidir. Ergenlik devri sonlarına doğru memeler normal şekillerini alır. Ama herkes de küçük farklılıklar olacağını kabul etmek, gebelik ve doğumdan sonra da bazı değişiklikler olacağını bilmek gerekir. Meme içinde tıpkı bir çarşaf altında küçük bir pirinç tanesi hisseder gibi sert bir kitleden veya meme başında çekilme, simetrisinde farklılaşma gibi anormalliklerden yakınılıyorsa, doktora başvurulması şarttır. Adete yakın, göğüslerde hassasiyet ve içinde ağrılı kistler çoğu kez normaldir ve tedaviyle geçer.
Bazı kadınlar adet kanamaları sırasında bel ve kasıklarında ağrı hissedebilir. Sancı kasılma biçimindedir. Kanamanın ilk gününde ya da 1-2 gün öncesinde başlayabilir. Birlikte bulantı - kusma olabilir. Adet sancısını azaltmak için bel ve karın bölgesini sıcak tutmak ve beden hareketleri yapmak yararlıdır. Adet sancısı çok rahatsız ediyorsa bir doktora başvurmak gerekir.
Miyomlar doğurganlık döneminde hemen hemen her üç kadından birinde bulunan fakat çoğu kez herhangi bir şikayete neden olmayan iyi huylu, kanserleşmeyen, rahim urlarıdır. Ancak bazan ağrı, ağrılı adet görme, kanama düzensizlikleri , lekelenmeler, aşırı kanamalar gibi şikayetlere yol açar. Bu gibi durumlarda yapılacak en iyi şey, bir uzman hekime başvurmaktır.
Botox hakkında merak ettikleriniz
Botox 1990′lı yılların başından itibaren yüzdeki kırışıklıkların giderilmesi amacıyla dünyada yaygın bir kullanım alanı bulmuştur. Özellikle alındaki çizgiler ve göz kenarındaki kaz ayağı tabir edilen çizgilerin giderilmesinde çok başarılı sonuçlar verdiği görülmüştür. Bu bölgelerdeki kırışıklık çizgilerinin yüz gençleştirme ameliyatlarıyla düzeltilmesinin çok güç olması botox’un estetik cerrahideki önemini daha da arttırmaktadır. Yüz germe ameliyatı yapılan pek çok kişiye daha iyi bir sonuç elde etmek için beraberinde botox uygulaması da gerekmektedir. Botox’un kaş kenarlarını yukarı kaldıran bir etki yapması ve kaş düşüklüğü olan kişilerde bu problemin düzeltilmesini de sağlaması bir diğer avantajıdır.
Botox’un kırışıklıkları düzeltmek amacıyla uygulanması, yüzdeki belli noktalara çok ince uçlu bir iğne ile enjeksiyon yapılması şeklindedir. İşlem yaklaşık 5 dakika sürer ve sadece ince bir iğnenin batmaları şeklinde hissedilen çok kolay tolere edilen bir işlemdir. Uygulamanın etkileri 2 ila 3 gün sonra ortaya çıkar ve 4 ila 6 ay boyunca devam eder. İlk uygulamada 4 ay kadar kalıcı olan botox etkileri bir kaç uygulamadan sonra 8 aya kadar uzayabilmektedir. Uygulama sırasında önemli bir şişlik ve kızarma oluşmaz ve kişi hemen günlük aktivitelerine dönebilir.
Botox enjeksiyonları yüzün üst bölgesinde özellikle alın çizgilerinin, kaş çatma çizgilerinin, ve göz kenarındaki çizgilerin (kaz ayağı) düzeltilmesinde çok etkili olmaktadır. Ayrıca yüzün üst bölgelerine uygulandığında kaşları kaldıran bir etki de oluşmaktadır. Yüzün alt bölgesinde ise dudak üzerindeki çizgilere ve boyundaki dikine bantlara uygulanabilmektedir. Ancak bu bölgelerde yüzün üst bölümlerindeki kadar etkili sonuçlar oluşmadığından uygulaması daha kısıtlı kalmaktadır. Botox aşırı terleme tedavisi içinde kullanılmaktadır. Uygulanan hastalarda baş ağrısı ve migrene de iyi geldiği tesadüf olarak tespit edilmiştir.
Botox uygulaması kalıcılığı çok uzun olmayan ve kalıcılığı için tekrar edilmesi gereken bir yöntem olmakla birlikte ameliyatsız, kolay ve ucuz bir tedavi olması nedeniyle günümüz estetik cerrahisinde çok tercih edilmekte ve uygulanmaktadır. Botox dünyada milyonlarca kişiye uygulanmış ve hiçbir ciddi komplikasyonla karşılaşılmamıştır. Yanlış uygulamalarda oluşabilecek komplikasyonlarda birkaç ay içinde geri döneceğinden pek önemli kabul edilmeyebilir. Ancak deneyimli bir hekim tarafından uygulanması hem bu komplikasyonların oluşmaması hem de daha etkin sonuçlar alınması bakımından önemlidir.
Botox hakkında merak edilenler:
Botox nedir?
Kırışıklıklardan ameliyatsız kurtulmanın en kolay yöntemlerinin başında gelen Botox, pek çok ilaç gibi bir bakteriden elde ediliyor. Botox, Clostridum Botulinum bakterisinden elde edilen saflaştırılmış proteindir. Bu protein, aslında uzun zamandır göz ve nörolojik hastalıklarının tedavisinde kullanılmaktadır. Kırışıklıkları gidermek amacıyla ise 10 yıldır güvenli ve başarılı bir şekilde kozmetikte kullanıma girmiştir.
Kırışıklıklar nasıl oluşuyor?
Cilt altındaki mimik kaslarının sürekli çalışması nedeniyle cilt yüzeyinde kırışıklıklar oluşur. Kırışıklık seviyesinde en önemli belirleyiciler güneş, yaş, cinsiyet, cilt ve kas yapısı ile mimik kullanma sıklığıdır.
Botox kırışıklıklara nasıl etki ediyor?
Teknik olarak Botox solüsyonu, kırışıklık bölgesinde cilt altındaki küçük kaslara enjekte edilir. Botox’un etki mekanizması, kırışıklıklara neden olan kasların kasılmasını geçici olarak önlemesidir.
Botox, içine enjekte edildiği kası bir süreliğine kısmi olarak hareketsizleştirip dondurur. Artık kasılmayan kaslar da kırışıklığı açar. İşlem uzun süre tekrarlandığında bu kırışıklıkların ciltte kalıcı derin izler oluşturması da engellenir.
Hangi bölgelere uygulanabiliyor?
Kırışıklık tedavisinde alın, göz kenarları ve kaş araları Botox?un en mükemmel sonuçlar vererek kullanıldığı bölgelerdir. Burun üstü, üst dudak ve boyun çizgilerinde de uygulanabilir.
Yüz hatlarında oynamalar yapılabilir mi?
İstenilen kas grubunu gevşeterek, kaşların biraz yukarı kaldırılması ya da indirilmesi gibi oynamalar yapmak mümkündür. Kırışıklık tedavilerine kıyasla bu tür uygulamalar deneyim ve uzmanlık gerektirir.
Uygulama nasıl yapılıyor?
İstenen sonuçlar belirlendikten sonra planlanmış uygulama bölgesine ince uçlu enjektörle sulandırılmış olan Botox enjekte edilir.
Anestezi gerekir mi? Ağrı hissediliyor mu?
Anestezi gerekmez ancak çok hassas hastalarda işlem öncesinde lokal etkili bir krem sürülmemesi için neden yoktur. Sonuçta uygulama sırasında ağrı hiç olmaz veya çok az hissedilebilir.
Uygulama süresi ne kadar?
10 - 15 dakika kadar süren işlemin hemen ardından günlük hayatınıza rahatlıkla dönebilirsiniz.
Etkisi ne zaman başlıyor?
Sonucu uygulamadan sonraki 2 - 4 gün içerisinde başlayacaktır.
Etkisi ne kadar sürüyor?
Bu süre daha çok, ilacın kaçıncı kez verildiği ve ne kadar sulandırıldığıyla ilgilidir. İlk kez Botox uygulanıyorsa 3- 4 ay devam eden bir etki beklenir. Daha önce uygulama yapıldıysa etki yaklaşık 6 ay devam eder. Uygulama sayısı arttıkça, bu süre 12 aya kadar uzayabilir.
Kimler yaptırabilir?
18 - 65 yaş aralığındaki herkes uygulama yaptırabilir. Botox enjeksiyonunun yapılamadığı durumlar; gebelik, süt verme, cilt üzerinde enfeksiyon, myasthenia gravis gibi nörolojik hastalıklar, sonu “mycin” ile biten aminoglikozit türü antibiyotik kullananlar, penicillamin kullanan romatoid artritli hastalar ve cyclosporin gibi bağışıklık sistemini zayıflatan ve chloroquine gibi sıtma ilacı kullanan hastalardır.
Yan etkisi var mı?
Bu konuda eğitim almış uzman kişiler tarafından uygulandığında işlemin riskleri yok denecek kadar azdır. Literatürde bildirilen etkiler ise çok nadir ve geçici yan etkilerdir Uygulama sonrasında geçici olarak baş ağrısı, grip benzeri şikâyetler bildirilmiştir. Uygulama bölgesinde geçici hafif kızarıklık veya morarmalar olabilir.
Botox terlemeyi nasıl tedavi ediyor?
Botox tedavisinin kullanımının diğer bir alanı da literatürde hiperhidrosis olarak geçen aşırı terlemelerdir. En sıklıkla el içi ve koltuk altı terleyen bölgelerdir. Hem kadın hem de erkeklerde sosyal yaşamı etkileyebilecek ölçüde rahatsızlık oluşturabilir. Botoks, terleme probleminde mükemmel bir tedavi yaklaşımıdır
Botox ter bezlerine giden sinir uyarısının engellenmesiyle terlemeyi engeller. Bu problemin çözümünde aşırı terlemenin olduğu bölgeler tespit edilerek, cilde ince iğnelerle küçük dozlarda Botox enjeksiyonu yapılır. İşlem süresi uygulanan bölgeye göre 15- 45 dakika arasında değişmektedir. Tedaviyi takiben 1 hafta içinde etki başlar ve etki genelde 9 aydan uzun bir süre devam eder.
Botox fiyatlarını ne belirliyor? İşlemin maliyeti nedir?
İşlemin maliyeti kullanılan doza göre belirlenir. Bu da, uygulama bölgesinin genişliğine göre değişir. Pahalı bir ilaç olan Botox sulandırılarak kullanılan toz formda satılır. İlacın ne kadar sulandırıldığı önemlidir. Üretici firmanın belirlediği oranlardan daha fazla sulandırılırsa etkisi azalır. Yetersiz doz Botox uygulamalarından sonra hem amaçlanan etki elde edilemez, hem de ilacın etki süresi kısalır.